TANZANYA - ZANZİBAR

Kasım 2015

Arusha'da sabah oteldeki kahvaltıyı takiben, Amani’nin aracıyla Kilimanjaro havaalanına gitmek üzere saat: 08.00 de yola çıktık. Uçağın kalkmasına 2 saat daha zaman vardı ve yolumuz sadece 41 km idi. Zaman zaman uyarmama rağmen Amani çok yavaş gidiyordu ve havaalanına vardığımızda saat 09.20 idi ve check-in kapanmıştı. Çok sinirlendim ve Amani'ye tepki gösterdim. Şimdi çaresiz 5 saat sonraki uçağı beklemek zorundaydım. Tabii ki Zanzibar ile ilgili hazırlamış olduğum program da böylece aksaklıkla başlamış oldu. Buradaki bir kafeye oturup zamanımı değerlendirmek için günlüğümü yazmaya devam ettim.

Burada yaşam onların deyimiyle, Pole Pole, yani yavaş yavaş. Çok umarsız yaşıyorlar, geç kalmışlar, iş olmamış, o zaman da yine onların deyimiyle Hakuna Matata, yani her şey yolunda, dert edilecek durum yok.


Nihayet Zanzibar’a uçma zamanı geldi. Havaalanında aprondan yürüyerek uçağa gittik. Zanzibar'a, Precision havayollarından aldığım biletle 50 kişilik pervaneli bir uçak ile uçacaktık. Burada daha küçük, 5-10 kişilik uçaklar da bulunuyordu. Burasını araştırırken bazı gezginlerin bu küçük uçaklarla ilginç uçma hikayelerini de okumuştum. 

Uçak havalandıktan sonra Kilimanjaro dağının fotoğrafını çekmek istedim ama hava bulutluydu ve buna imkan bulamadım. 



Yaklaşık 1 saat 10 dakika sonra Zanzibar havaalanına indik. Buradan bir taksi ile şehir merkezi Stone Town’da rezervasyon yaptığım otele doğru gittim. Yol güzergahında her yer pislik içindeydi ve her taraf leş gibi kokuyordu. Daha sonra şehri gezerken de aynı pisliği ve kokuyu bütün şehirde gördüm ve duydum. Çöpler yol kenarlarında yığılı vaziyetteydi ve bu çöp yığınlarının hemen yan tarafında da yiyecek satıyorlardı.


Burası Arusha’dan çok daha pisti ve yoksuluk belki oraya göre daha da fazlaydı. Burada yaşayanların büyük çoğunluğu Müslüman, sözüm ona Müslümanlık temizlik demekmiş.

Nihayet booking.com'dan rezervasyon yaptığım Warere House Hotele vardım, daha otelin girişinde kötü bir rutubet ve küf kokusu vardı. Öncelikle odamı görmek istedim, gösterdikleri oda da çok rutubetli ve çok kötü küf kokuyordu. Odamı değiştirmelerini istedim, fark ücreti istediler. Ben sesimi yükseltip, booking.com’a şikayet edeceğimi söyleyince, başka bir oda vermek zorunda kaldılar. Bu oda diğerinden biraz daha halliceydi.


Buraya gelinceye kadar zaten akşam olmuştu bile. Burasıyla ilgili yazılarda, Mansoon Restoran’ın iyi bir restoran olduğunu okumuştum ve oraya gittim. Ne sipariş edeyim diye düşünürken, yan masada oturan iki İngiliz kadından yardım istedim ve birisi kendisinin karışık balık tabağı aldığını ve beğendiğini söyledi ve önerdi. Gelen tabakta, bizim mercan balığına benzeyen bir balık parçası, ton balığı parçası ve kılıç balığı parçası vardı. Buranın yerli cini eşliğinde, zaman zaman İngiliz kadınlarla sohbet ederek, keyifli bir akşam yemeği oldu bu benim için. Kadınlar altı ay orada yaşıyorlarmış, ne buldular orada merakettim doğrusu.


Yemekten sonra sahil kenarında yürüyüşe çıktım. Oldukça sıcak bir geceydi ve insanlar sıcaktan kendini sahile atmış serinlemeye çalışıyorlardı. 

Sahil boyunca parkta kurulmuş olan ve açıkta satılan yiyeceklere oldukça ilgi vardı. Sadece buranın halkı değil yabancılar da ilgi gösteriyordu buraya. Ama ben burada bulunduğum süre içinde dışarıda bir şey yemeye cesaret edemedim.

Gece uykumdan her tarafım alerji olmuş olarak uyandım. Yediklerimden mi yoksa bu ortamdan mı bilmiyorum, sabahı zor ettim. Büyük ihtimalle rutubetli ve küf kokulu odada kaldığım içindir diye düşündüm.

 
Sabah sadece biraz meyveyi içeren, kahvaltı vardı menüde. Başka yiyecekler ise ekstra ücrete tabiydi. Sadece meyveleri yedim. Bu otelden ayrılmaya karar verdim oysa 2 gün kalmayı planlamıştım burada. Ödeme yaparken kart ile ödemede %5 ekstra istediler. Ayrıca  içmediğim halde 2 şişe bira parası  istediler. Biraz bağırarak tepki gösterdim ve kendilerini şikayet edeceğimi söyleyerek otelden ayrıldım. Tabii ki içmediğim biraların parasını ödemedim.


Şehri gezmeye başladım ama koku dayanılacak gibi değildi doğrusu. Buna rağmen belki bir daha görmeyeceğim buralarını diye, ısrarla gezmeye çalıştım. Önce balık haline gittim burası otele yakın bir yerdeydi. İçerisinin epeyce ağır kokusuna rağmen gezmeye çalıştım. Şimdiye kadar görmediğim balık cinslerini ve diğer deniz canlılarını görmek istedim.


Limanın hemen yakınında buranın tarihi binalarından biri olan, Old Dispansery bulunuyordu. Bu görkemli bina şimdi çok bakımsız görünüyordu. Burada  çok sayıda böyle görkemli bina vardı ama hepsi de çok bakımsızdı. 



Sahil boyunca yürürken, bazı gençler kendi aralarında dans edip şakalaşıyordu ve bazıları da kendini denize atıyordu. Buradaki gençler mutlu görünüyordu.


Burada kapılar dikkatimi çekti. Hepsi el işi ahşap oyma kapılardı.  Hepsi adeta birer sanat eseriydi. Demek ki bir zamanlar burada sanata önem veriliyormuş. Bunlara da iyi para harcanması gerektiği düşünülürse, burası zengin bir şehirmiş.  


Çok az da olsa fotoğrafta görüldüğü gibi halen bakımlı ve güzel binalar da vardı.  

Şehri dolaşmaya devam ederken, bana yine bir şeyler oluyordu tıpkı Serengeti'de olduğu gibi, hafiften baş dönmesi ve mide bulantısı. Lanet olsun sabah kahvaltısında yediğim, belki de iyi yıkanmamış meyveler yüzünden diye düşündüm. Serengeti yazımda da söz etmiştim, daha sonraki uzak doğu seyahatimde de aynı şey başıma gelince, gerek Serengetide, gerekse burada yediğim papaya meyvesinin tansiyonumu yükseltmesi nedeniyle böyle bir durumla karşılaşmış olduğumu öğrenmiş oldum. Kahvaltı tabağı fotoğrafında yediğim papayalar görülüyor. Bir daha asla papaya yemedim.


Stone Town’da büyük bir hastane bulunuyordu ve  önünde de bekleşen insanlar vardı. Görüntü hiç hoş değildi, bazı insanlar yerler uzanmış o halde sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı.



Stone Town'ın önemli bir müzesi olan, köle ticareti döneminde köle satışının yapıldığı “Old Slave Market”e gittim. Bir binanın bodrum katında izbe iki oda içine  köleler hapsediliyormuş. Buradaki limandan da gemilerle sevk ediliyorlarmış. Burada ruhum sıkıldı, çok kısa bir süre için bile olsa kalınacak gibi değildi. Kendimi hemen dışarıya attım.

Binanın üst katı da otel gibi kullanılıyordu. Burada kalanlar hangi psikoloji içinde uyuyabiliyorlardı çok merak ettim doğrusu. 


Aynı bahçede bulunan kilise ise oldukça bakımlıydı.


Halkı genelde Müslüman olan Zanzibar adasında, camiler adeta viran durumdaydı. Fotoğraftaki en bakımlı olanıydı.

Bir yandan şehrin o kötü kokusu, diğer yandan mide bulantısı beni çok zorluyordu. Bir taksiciyle anlaştım ve otelden eşyalarımı alıp Jambiani’ye doğru yola çıktık. Bozuk yolların yarattığı sarsıntı, hem de hala süren o kötü kokuya artık dayanamıyordum. Yol boyunca zaman zaman aracı durdurup kusuyordum.


Nihayet Jambiani de kalacağım Jambiani Beach Hotel’e vardık. Tek isteğim biraz uzanıp dinlenmekti. Burası gerçekten çok güzel bir yerdi, her taraf pırıl pırıl ve tertemizdi. Hemen Hint Okyanusu önünde bembeyaz kumları olan upuzun bir plaj üzerinde yer alıyordu.


Odaya girdiğimde karşılaştığım görüntü buydu.



Odamda uzunca bir süre dinlendikten sonra kendime geldim. Kalkıp denize doğru yürüdüm ne göreyim deniz ta uzaklara kaçmıştı. Bir kaç kadın çekilen deniz üzerinde bir şeyler topluyordu.


İnsanların denizden topladıkları deniz canlıları ve yosunlar.


Sabah uyandığımda denizin manzarası buydu. Pırıl pırıl suları, bembeyaz kumsalıyla harika bir görüntü ortaya çıkmıştı. 


Aslında Stone Town’da 2 gece kalmayı, bir gün Baharat, Slave Cave ve Prison İsland turu planlamıştım ama orada kalmaya dayanamayınca bu program da gündemimden çıkmış oldu. Ama buraya gelmekle iyi de yapmışım, safari sırasında oldukça yorulmuştum burası bana çok iyi geldi. Denize girdim ve gölgeleniyorum çünkü güneş çok yakıcı burada ekvatora yakın olduğumuzdan güneş ışınları dik geliyor. Bu arada Avrupalı kadın işletme sahibinin çok tatlı melez çocuğuyla da şakalaşıyor ve oynuyordum. Karanlık çıkmış fotoğrafta zor da olsak görülüyoruz.

Jambiani'den kareler;





Odamda da dinlenirken bu serüveni de yavaş yavaş (pole pole) yazmaya devam ediyordum.

Artık bugün bu seyahattaki son günümdü. Beni buraya getiren taksici bana telefon numarasını vermişti. Görevlilerden onu aramalarını rica ettim. Bir süre sonra taksici geldi ve sabah saat 10.00 da otelden ayrıldım. Bu akşam önce Dar Es Salam'a oradan da İstanbul'a uçacağım. İstanbul uçağım gece 04.00 te Dar Es Salam’dan kalkacaktı. Aradaki bu 18 saati bakalım nasıl geçirecektim.


Önce adanın önemli turistik merkezlerinden biri olan, Kizimkizi’ya gittik. Burası turistlerin yunus balıklarıyla birlikte yüzdükleri bir yerdi. Oraya gitmeme rağmen böyle bir etkinlik yapmadım, çünkü çok yüksek bir fiyat istediler. Bir de yunus balığına denk gelirsek beraber yüzecektik, yoksa orada sadece denize girmiş olacaktım.


Orada balıkçıların yeni getirdikleri avları olan ilginç ve büyük okyanus balıklarını izledim. Koskoca balıkları taşımakta bile güçlük çekiyorlardı. Kolay taşımak için hemen deniz kıyısında parçalıyorlardı. 

Bu arada yanıma gelen genç Zanzibar'lı “fırlama” bir tip ha babam bana birşeyler anlatıp duruyordu. Danimarkalı karısını, buradaki yoksulluğu, buradaki Müslümanlığı v.s. Ondan burasıyla ilgili epeyce şey öğrendim.


Bu arada orada bazı Araplar görmüştüm. O genç bu Arapların misyonerlik faaliyeti yaptıklarını söyledi. Bize Arapça dua öğretiyorlar ama ben ne dediklerini anlamıyorum ki diyordu. Ben de ona sen “light” Müslümanmısın diye sorunca, gülerek evet diye cevapladı. O gençle birlikte orada bulunan eski bir cami doğru gittik. O Arap misyonerler camide uzanmış uyuyorlardı. 

Bana çok şey anlattı ama çok da zor kurtuldum bu delikanlıdan. Ama ingilizcesi çok iyiydi onu da Danimarka'da yaşarken öğrendiğini anlattı.


Şoförüm Cemal ile buradan sonra kırmızı maymunlarıyla ünlü Jambocho milli parkına gittik. Bu park rehber eşliğinde geziliyordu. Rehber eşliğindeki bu gezimizi bir kaç maymun, tırtıl ve sincap görerek tamamladık. Safaride o kadar vahşi ve yırıtıcı hayvanı gördükten sonra bu park gezisi çok komikti doğrusu.

Saat daha 14.00 idi ve çok zamanım vardı daha. İnternetten Priecision havayollarından bilet ayırtmıştım ama vakit olduğu için feribotla gitmeyi planlamıştım. Feribot için bilet kuyruğuna girdim, tam sıra bana geldiğinde görevli bugün için bilet kalmadığını söyledi. Bugün için feribot ile karşıya geçme şansım kalmamıştı. Bu sırada taksicim beni bekliyordu ve doğruca havaalanına gittik.

Eğer henüz almadığım uçak biletinde de sorun çıksaydı, o zaman yandı gülüm keten helvaydı. Adadan karşıya geçemeyecek ve İstanbul'a döneceğim uçağı da kaçıracaktım. Hızlıca acentaya gittim, neyse ki sorun yokmuş. Bileti aldım ve şimdi havaalanlarında uzunca bir süreyi geçirmekti işim.



Yaklaşık 20 dakikalık uçuşla saat 18.00 de, Dar Es Salam havaalanına vardık. İstanbul uçağımın kalkmasına daha 10 saat vardı. Bu zamanı havaalanından nasıl geçirecektim. Havaalanında bulunan Flamingo kafeye çıkıp, bir yandan vodka-portakal içerken, bu satırlara devam ettim. Bu kadar zamanı geçirmek oldukça zor ve sıkıntılı oldu ama başka da çarem yoktu.

Zanzibar ile ilgili kısa değerlendirmem şöyle ;

Stone Town'ı görmezseniz bir şey kaybetmiş olmazsınız. Zanzibar yazıldığı gibi ucuz bir tropikal ada değil. İğrenç oteller için bile yüksek fiyatlar istiyorlar. Yemekleri de hiç ucuz değil, örneğin aynı balık tabağını Türkiye’de daha güzel bir mekanda çok daha ucuza yiyebilirsiniz. Yalnız Jambiani gerçekten görülesi bir yer. Buranın dışında diğer gördüğüm yerler de çok sıradandı ve hiç bir özellikleri yoktu.




                     GİDECEKLERE İYİ SEYAHATLER

TANZANYA SAFARİ - NGORONGORO

Kasım 2015


Bugün sabah yine saat 05.30 da kalkış ve 06.00 da yola çıkış vardı. Gece çok yağmur yağdı ve yaşamımda ilk kez yağmurlu bir havada geceyi çadırda geçirdim. Doğrusu mide rahatsızlığıma rağmen, pek de keyifli oluyormuş bu durum. Yağmur damlaları çadırın üzerine düşerken çıkardıkları ses adeta bir ninni gibiydi.


Kamp yerimiz 3500 m. yükseklikteydi ve 2500 m. deki krateri tepeden görüyordu. Diğer kamp yerlerine göre hava burada daha soğuktu. Hangi ayda geldikleri yazmadan paylaşan bir gezgin kardeşimiz, burada botlarını bile ayaklarından çıkarmadan uyumaya çalıştıklarını yazmış ve ben de her zaman böyle olacağını düşünerek, tedbirli davranmış ve epeyce eşya getirmiştim. Safari süresince ben botlarımı ayağımdan çıkarmazken, Avrupalılar hep terlikleriyle dolaştılar. Dolayısıyla bu gezim boyunca epeyce eşya taşımak durumunda kaldım. Burası için böylesi bir durum, rehberimizin dediğine göre, Ağustos ayında yaşanıyormuş.

Yukarıdaki fotoğrafta görünen siyah ya da koyu renkli noktalar hayvan sürüleriydi. Fotoğraf makinem ile zoom yaparak çekmiştim.



Bu günün programı Ngorongoro krater turuydu ama benim pek niyetim yoktu hala kendimi toparlayamamıştım. Benim için fotoğraf çekmeleri için makinamı İspanyola verdim. Adamın iki adet değişik lensli fotoğraf makinaları vardı, bu yüzden profesyonel biriydi diye düşünmüştüm. Buradaki fotoğraflar onun çektikleri.




Grup arkadaşlarım krateri gezerken, ben de kahvaltımın ardından çadırıma istirahate çekilip, bu satırları yazmaya başladım.

Ngorongoro krateri ilk kez milyonlarca yıl önce harekete geçmiş. Daha sonra farklı zaman aralıklarıyla püskürmüş ve şimdiki son halinde 8292 m2. lik bir krater burası. Burada yine vahşi yaşam koruma altında.


    



Kratere gidenler geziyi tamamlayıp geriye döndüler. Öğle yemeğini takiben tekrar yola çıktık, bugünkü hedefimiz ilk kaldığımız Panorama kampıydı. Kampa varışta İspanyol kız ve babası ile Hollandalı kız ekipten ayrıldılar. Şimdi ekibimizin sayısı 4 kişiye düştü.

Bu kez kampta şansızlığımıza sıcak su da yoktu veya bizden önce gelenler tüketmişti. Toz topraktan kurtulmak için yine soğuk su ile duş almaktan başka çaremiz yoktu.


Bu son akşam yemeğimizdi ve bu sefer yemekler daha kalitedeydi. Sanırım Bob iyi bir bahşişi hedefliyordu. :) Hem rehber hem de aşçı verilen bahşilerle geçiniyorlarmış burada.


Yemekten sonra oraya gelen bir grup Tanzanyalı müzisyenin müziği eşliğinde dans edip eğlendik. Çadır görüntülü beton kulübelerimizdeki, beton sedirli yataklarımıza dönüp uykuya daldık.

Yarın yolumuz Manyara Gölüne..




İYİ SEYAHATLER



TANZANYA SAFARİ - SERENGETİ

           15.11.2015…VEEE ....SERENGETİ...!!!!!!


Sabaha kahvaltısından sonra, şoför ve rehberimiz Amani iki kişinin daha gruba katılacağını söyledi. Bir Hollandalı ve  bir Alman kız katıldı bize. Böylelikle araçta 7 safarici bir rehber - şoför ve bir aşçı olarak 9 kişi olduk.

Türkiye’de Tanzanya seyahatine yalnız gideceğimi söylediğimde, şaşkın vaziyette “yalnız mı? “ diyenlere söylüyorum, bakın el alemin kızları tek başına buralara geliyor. :)


Burada araca oldukça yük yükleniyor, çadırlar, matlar, uyku tulumları, mutfak malzemeleri, masa, sandalyeler ve bizlerin eşyaları. Aslında aracın üzeri safari sırasında açılıyor iken, bu yükler nedeniyle, bu gün sadece pencerelerden seyredeceğiz etrafı.


Bugün yolumuz oldukça uzundu. Yollar çok kötü ve şoför de arabayı hızlı kullanınca, mide bulantısı ilacı almama rağmen,  adeta içim dışıma çıktı. İlk giriş kapısı Ngrongoro'ydu. Burada giriş işlemlerini beklerken, burada bulunan Tanzanya’lı öğrencilerle ilgilendim. İlgim çok hoşlarına gitti. Tabi ki hatıra fotoğrafı çekilmeden olmazdı.


İlk hedef Ngorongo krateriydi. Burada aracımız mola verdi ve bu çok büyük krateri tepeden fotoğrafladık. Safari planına göre, dönüşte bu kraterin içine girip gezecektik. Burada kısa bir süre kalıp, çevreyi seyrettik ve yolumuza devam ettik.



Ngorongoro’dan Serengeti’ye kadar olan bu bölgede Masailer yaşıyordu. Yolda özel giysileri ve yüzlerine sürdükleri beyaz makyajları olan kadın Masailer bekliyordu. Buraya gelen turistlerle para karşılığı fotoğraf çektiriyorlardı. Dönüşte bir Masai köyüne gidip, köyleri için bir miktarda bağış yapıp, bolca fotoğraf çekilecektik bu nedenle onlarla fotoğraf çektirmedim. Ama çekilmemekle yanlış yapmışım, daha sonra bunun nedenini anlatacağım.


Nihayet Serengeti ulusal parkı kapısındaydık ve bu kapıdan itibaren vahşi yaşam başlıyordu. Buradan başlayıp, tekrar ikinci bir kapıya kadar süren yolculuğumuz sırasında belki on binlerce Öküz Başlı Antilop ve onlara göre sayısı daha az Zebra gördük. 

Bu bölgede bulunan bu hayvanlar yırtıcıların hedefi değildi henüz, bu bölümde sadece tek tük Sırtlan gördük.


Uzunca süren bir yolculuktan sonra ikinci kapıya geldik. Buradan geçmek oldukça zahmetliydi. Bir sürü evrak kontrol ediliyor ve araçlar sıkı bir kontrolden geçiriliyordu. Gerçek vahşi yaşam burada başlıyormuş meğerse ve önlemler üst boyuttaydı. 



Rehberimiz işlemleri yaparken, biz de öğle yemeğimizi yine hazırlanmış kumanyalarımızla yaptık. Uzunca süren bu süreç nedeniyle de çevreyi gezip fotoğrafladık.


Yolda ilerlerken yırtıcıların hedefi olan hayvanların gittikçe azaldığını gözlemledim. Belki de geçtiğimiz ilk bölüm daha korumalı bir bölge olması nedeniyle, yırtıcı hayvanlar burada yoktu ve diğer vahşi hayvanların sayısı da oldukça büyük sayıdaydı. 

Yolda ilerlerken zaman zaman yırtıcı hayvanları görmeye başladık. Gördüğümüz bu hayvanların resmini çekerken oldukça heyecanlıydık.


Bugün beni ilk heyecanlandıran şey, yol kenarında yatan üç aslan ile karşılaşmamız oldu.  Aracımızla yanlarına gittik ve çokça fotoğraflarını çektik. Aslanlara bu kadar yakın olmaktan çok mutlu ve keyifliydik. Onlar ise bizim varlığımızı umursamaz görünüyorlardı. Demiştim ya insanlara alışmışlar diye. Ama tabi ki  biz kafesimiz içinde ve böylelikle güvendeydik. Safari süresince araç asla terkedilmiyordu, zaten yasaktı.


Yolda yine bir fil ailesine rastladık. Tarangire'den beri böyle kalabalık fil grubuna rastlamamıştık, özlemişiz onları.


Artık akşam olmaya başladı ve bu sonsuz düzlükte tek tük ağaçların üzerinde akbabaları görmeye başladık.

Sadece hedefimiz bu gece kalacağımız Nyani kampına ulaşmaktı artık. Kampa vardığımızda, çadırlarımızı kurduk ve yerleştik. Toz topraktan kurtulmak için, yazın bile soğuk suyla duş alamam ama, burada soğuk suyla duş almak zorunda kaldım. Buradaki kamp şartları böyleydi.

Kamp çevresi herhangi bir çit ile çevrili de değildi. Yani çadırlarımız içinde hapis vaziyette, vahşi yaşamın ortasında olacaktık tüm gece boyu..


Bizler çadırlarımızda dinlenirken aşçımız Bob, akşam yemeği hazırlıyordu. Her kampta bir yemekhane ve mutfak bulunuyordu. Yemekler genelde fena değildi ama hijyen hak getire, mutfağı görenin canı pek yemek yemek istemez ama, bu insan yerleşimi olmayan bölgede çareniz yok, ya yiyeceksiz ya da aç kalacaksınız. Tabii ki bu yemekleri yedik.


Akşam yemeğini takiben herkes çadırına çekildi. Dışarıda hava biraz soğuk ama çadırların içi oldukça iyiydi. Oğlum Doruk’un verdiği uyku tulumu bile sıcak geldi. 

Dışarıdan gelen hayvan bağırışları arasında günün yorgunluğuyla uyumaya çalıştım. Neredeyse çadırımın dibinden gelen bir hayvan çığlığını duyunca hemen cep telefonumun ses almasını açtım. Gece karanlığında telefonu buluncaya ve ses kaydını açıncaya kadar çığlık giderek yavaşladı. Ama az da olsa sesi kaydedebildim. Sesin hangi hayvana ait olduğunu ve nedenini görme şansım yoktu.

          16.11.2015            SERENGETİ….

Sabah saat 05.30 da kalktık ve kahvaltı yapmadan, saat 06.00 da yola çıktık. Bugün çok miktarda Aslan, Leopar, Tilki, Fil, Sırtlan, Domuz, Hipopotam, Zürefa, Çita, Maymun, çeşitli yırtıcı kuşlar, vs. gördük.







Fotoğrafta görüldüğü gibi, safariye balonla da katılmak mümkün ama tabii ki fiyatı benim için oldukça yüksek olmalı. Bize de sadece balonun fotoğrafını çekmek düştü.


Bir ağacın altında, belki de gece avlanmanın verdiği yorgunlukla, bir aslan ailesi dinleniyordu. Etraflarını bir yay gibi saran safari araçlarını ve onları ilgiyle izleyen insanları umarsızca izliyorlardı. Tabii ki ormanlar kralı olmak kolay değil. Daha önce uzaktan gördüğümüzde dahi heyecanlandığımız aslanlara bu kadar yakın olmak oldukça güzel bir duyguydu. Bu durumu bir kaç kez yaşadık.



Bu dişi aslanın boynunda bir tasma vardı. Herhalde bilim insanları tarafından takip edilen bir aslandı bu. Ya da sahibi tarafından, tasmasından tutularak gezdirilen..:)


Bu uçsuz bucaksız düzlükte bazı tepeler ve taş tepecikler vardı. İşte bu taş tepeciklerini farklı aslan aileleri sahiplenmiş ve orasını yuvaları yapmışlardı.


Yolda ilerlerken rehberimiz bir başka araçtaki rehberle konuştu ve yola devam etti. Sanırım birbirlerine ne tarafta hangi hayvan var onu danışıyorlardı. Bizi bir yere götürdü biraz uzaktan da olsa, ağaç üzerinde uyuyan iki leoparı gösterdi. Bir süre, daha iyi fotoğraf çekebilmek için hareket etmelerini bekledik. Onlar da bizi fazla üzmeden yer değiştirdiler ve daha fazla pozisyonda fotoğraflama şansını bulduk. Resimdeki Leoparları bulabildiniz mi? 


Yine yolumuz üzerinde bir miktar araç toplanmıştı ve burada bir çita olduğunu söylüyorlardı ama görünen bir şey yoktu. Yine burada bir süre bekledik. Birden çalıların arasından bir çita çıktı ve  (fotoğrafta görüldüğü gibi) adeta bir poz verip yoluna devam etti. 


Yolumuz üzerinde vahalar vardı. Bu vahalarda etraflarında ağaçlar olan su kanalları bulunuyordu. Bu su kanalı içinde de hipopotamlar, ara sıra kafalarını sudan çıkarıyorlardı. Nihayet bir tanesi sudan çıktı ve çimenlerin üzerine yattı bize fotoğraflama imkanı sağladı. Bu fotoğrafları çekebilmek için bazen uzunca zaman araç içinde beklemek zorunda kaldık.


Yolumuz üzerinde gördüğümüz sırtlan bizden biraz rahatsız oldu ve yakınımızdan hızla uzaklaştı.


Yolda zebralara rastladık, onların fotoğraflarını çekmeye çalışırken onlar sakince bize bakıyorlardı.


Hayvanat bahçelerinde hayvanlar bir kafes içinde, insanlar özgür, burada ise hayvanlar özgür veinsanlar kafes içindeydi. Safarinin farkı buydu.!!!







Daha önce yazmıştım, safari sırasında araçtan inmek kesinlikle yasaktı.  Sadece belirlenmiş güzergahlar takip ediliyordu. İşte o uçsuz bucaksız Serengeti düzlüğünde güzergah üzerinde hayvanların bulunmasını umut ederek ilerledik hep. Şansımız yaver gitmezse bir çok hayvanı görememiş olabilirdik.

Aslında ne yalan söyleyeyim sanki onlar da kendilerini göstermek istermişçesine yol kenarlarına kadar geliyorlardı. Hatta biz geçerken adeta "biz güçlüyüz" dercesine, yoldan karşı karşıya da geçiyorlar ve bizi bekletiyorlardı.




Öğle yemeği için tekrar kampa döndük. Bob yemekleri hazırlamıştı ve kahvaltı yapmadığımız için de oldukça açtık. Yemeğin ardından geri dönüş yoluna çıktık. Bahsettiğim vahşi yaşam girişi olan ilk kapıya geldik. 

Burada midem bulanmaya başladı ve o andan itibaren Ngorongoro’daki kampımıza kadar yolculuk benim için tam bir felaketti. Sık sık aracı durdurup kusuyordum ve yolun bir an önce bitmesini istiyorum ama oldukça uzun bir yolumuz vardı hala. O haldeyken sarsıla sarsıla bir araçta gitmeyi düşünü. Katlanmaktan başka bir çarem yoktu.

Yolda bir Masai köyünde durduk. Onlar bu işi tam bir ticarete dökmüş. Kabile reisi bizi karşıladı ve girişte herkesten 10 ar dolar aldı. Rehberimiz bu para ile su ve yiyecek temin ettiklerini anlattı.

Ama onların yaşamını görmeyi ve hatta onlarla dans etmeyi çok istememe rağmen, Masai görecek halim yoktu. Ekibin diğerleri köyü gezerken ben de bir kenarda kusmaya devam ediyordum. 


Bu resmi daha sonra başka bir yerde çekildim.

Masailer, Kenya’da Masai Mara’dan Serengeti’ye kadar olan bu bölgenin en vahşi kabilesiymiş ancak şimdi çok barışçılar. Bir Masai avcısı sadece bir mızrak ve kalkan ile bir aslanı avlayabiliyormuş. 

Hepsinin kulak memelerinde koskoca bir delik vardı. Kadınların o kocaman delikli kulaklarında ağır küpeler. Hepsinin üzerinde kırmızı ekose bir örtü ve ayaklarında otomobil lastiğinden yapılmış ayakkabıları vardı.

Taze hayvan kanını sütle karıştırarak ve etle besleniyorlarmış.  Meyve ve yeşillikleri hayvanların yiyeceği olduğunu düşünerek yemiyorlarmış. Hepsi zayıf ve çelimsiz ama demek ki yürekli insanlar, tek başlarına aslan avladıklarını düşünün. Temizlik gibi bir sorunları yok ellerini falan yıkamadıkları için et kokuyorlardı.

Kaldıkları küçük köyleri çalılarla çevrilmiş ve barınakları da çalı çırpıdandı. Genellikle hayvancılık yapıyorlar ve daha çok büyükbaş ve keçi besliyorlardı.

Bir Masai erkeği 5-6 kadınla evlenebiliyormuş. Rehberimiz 14 karısı olan bir erkek de olabildiğini söyledi.

Ekibimiz buradaki gösterileri izledikten sonra tekrar yola koyulduk ve sarsıla sarsıla ilerledik. Tabi ben yine aracı zaman zaman durdurup kendimi dışarı atıyordum.

Nihayet Ngorongoro’daki kalacağımız Simba kampına vardık. Şoför rehberimiz beni ısrarla yakında olduğunu söylediği sağlık merkezine götürmek istedi. Oysa ben sadece uzanıp yatmak ve dinlenmek istiyordum. Israrıyla bir köydeki sağlık ocağına gittik ama orada doktor yokmuş.  Geriye dönünce kendimi hemen çadırıma attım..


Serengeti'de'da kaldığım çadırım ve eşyalarım.

Akşam yemeğinde Türkiye’den getirdiğim peyniri midemi bastırması için ekmekle yedim. Aldığım ilaçlarla sabaha doğru kendime geldim ama gece boyunca pek uyuyamadım.

Daha sonra mide bulanma konusunu Zanzibar'da da yaşadım. Sonradan yaptığım Tayland seyahatimde de aynı sorunu yine yaşadım. Bu süreçte bulantının başladığı yerlerde ne yediğimi düşündüm. Sonuçta buldum hepsinde PAPAYA vardı. Papaya tansiyonumu tavan yaptırmış ve bana böyle kötü süreçleri yaşatmış. Artık papaya ağacının yanından bile geçmiyorum.

Yarın yolumuz Ngorongo kraterine…….




İYİ SEYAHATLER